Büyük Selçuklu Devleti
Türk-Müslüman devletlerinin hükümdarları, devletin başı olma sıfatıyla, hâkimiyetlerinin içeride ve dışarıda meşru bir güç olarak tanınması ve kabul edilmesi bir takım hâkimiyet sembolleri almışlar ve kullanmışlardır. Bunlar maddi ve manevi alametler olmak üzere iki bölümde incelenebilir. Manevi alametleri, unvan, lakap ve hutbe olarak sıralayabiliriz. Maddi alametleri ise, taht, tac, sikke, çetr, nevbet, bayrak, tıraz, hil’at, gaşiye, ok ve yay, yüzük ve mühür, çadır, tevki, tuğra olarak sıralayabiliriz.
Bu çalışmamızda maddi ve manevi alametleri Büyük Selçuklu devleti üzerinden incelemeye çalışacağız. Bu çalışmamızda izleyeceğimiz yol, Prof. Dr. Erdoğan Merçil’in “Selçuklular’da Hükümdarlık Alametleri”[1] adlı eserini temel alarak, bu eserin bize işaret ettiği kaynaklar hakkında ve hükümdarlık alametlerinin Selçuklular’da yeri, önemi ve kullanılışı konusunda bilgilenmek. Edindiğimiz bilgilerimizin yanı sıra adı geçen maddi ve manevi alametleri en azından sözlük anlamlarıyla da olsa tanımlamaya çalışmak. Sonunda konumuzla ilgili edinebildiğimiz bilgileri söz konusu eserde geçen örnekler ile doğrudan aktarmak olacaktır.
A) MANEVİ ALAMETLER:
- UNVAN:
Tuğrul Bey başlangıçta emir unvanını kullanmıştı. Onun 1041-1042’den itibaren bastırdığı paralarda “el-Emir el-Ecell ve el-Emir el-Seyyid” unvanları görülmektedir. Çağrı bey ise “Melik el-Müluk” unvanıyla anılmıştı. Daha sonra Halife Kaim bi-Emrillah’ın 1046-1047’de gönderdiği bir elçi ile Horasan üzerindeki hâkimiyetinin tasdik edilmesinden sonra, Tuğrul Bey aynı yıl içinde bastırdığı paralarda “el-Sultan el’Mu’azzam, Şahanşah” unvanını kullanmıştı. Ayrıca Tuğrul Bey sultan paralarında unvanını ve buna ilaveten “el-Sultan el’Mu’azzam” terkibini kullanan ilk Türk-İslam hükümdarıdır.
Öte yandan olaylardan anlaşıldığı üzere müracaat eden hükümdarlara unvan ve lakapları Abbasi halifeleri tarafından verilmekteydi. Alp Arslan, Bağdat’ta hutbe okunması için müracaat ettiğinde Halife Kaim bi-Emrillah tarafından verilen ilk unvan “Melik” idi. Halifenin daha sonra Alp Arslan’a hükümdarlık tevcihi ile ilgili olarak yazdığı mektuptaki unvanları ise “Şahinşah el-Azam, Melik el-Arab ve’l-Acem, Melik el-İslam” şeklindeydi (1064). Buna mukabil Bağdat camilerinde sultan unvanıyla zikredilen ilk hükümdar Alp Arslan’dır ve buradaki unvanı, kaynaklarda ve paralarında da görüldüğü üzere “el-Sultan el’Mu’azzam Şahanşah el-azam” şeklinde gösterişli olarak okunmuştur. Bazı kaynaklarda Alp Arslan’ın “el-Sultan el-Azam” unvanıyla zikredildiği de görülmektedir. Nitekim Halife Kaim bi-Emrillah Malazgirt zaferi nedeniyle gönderdiği tebrik mektubunda Alp Arslan’a “el-Sultan el-Azam” şeklinde hitap etmektedir.
Melikşah da “Sultan el’Mu’azzam Şahanşah” unvanını kullanmıştır. Ondan sonra tahta geçen oğulları Mahmud ve Berkyaruk’un unvanları babalarının aynıdır; “el Sultan el’Mu’azzam”. Muhammed Tapar da aynı unvanı kullanmakla beraber, bir parasında “Sultan el-Azam” şekli de mevcuttur.
- LAKAP:
Lakap, unvandan ayrı olarak, bir kimseye kendi asıl adından başka takılan ad veya bir kimseye, bir aileye kendi adından ayrı olarak sonradan takılan, o kimsenin veya o ailenin bir özelliğinden kaynaklanan addır[2].
Sultan Tuğrul Bey’in en meşhur lakabı “Rükn el-Din” idi. Tuğrul Bey Bağdat’a geldiği zaman Halife Kaim bi-Emrillah tarafından “Rükn el-Din, Melik el-İslam ve’l-Müslimin Burhanu Emir el-Müslimin” lakabı verilmişti. Sultan Alp Arslan’ın en meşhur lakabı ise “Adud el-devle, Ebu Şüca” idi. Abbasi halifesi ona birçok şatafatlı unvan ve lakablar tevcih etmişti. Ayrıca, halife tarafından Alp Arslan’a Ani şehrini fethetmesinden sonra “Ebu’l-Feth” lakabı verilmişti. Melikşah’ın en meşhur lakabları, “Celal el-Devle Mu’izz el-Din Ebu’l-Feth” idi. Muhammed Tapar’a “gıyas el-Dünya ve’l-Din Ebu Şüca” ve Sultan Sencer’e ise “Mu’izz el-Dünya Ve’l-Din Ebu’l-Haris” lakabları verilmişti.
Öte yandan Abbasi halifeleri sultanlardan başka onların oğullarına, vezirlere ve öteki devlet ileri gelenlerine de lakablar tevcih etmektedirler.
Selçuklu sultanları da lakab tevcih etmekteydi. Nitekim Sultan Melikşah oğlu Ahmed’i veliaht ilan ettiği zaman ona, “Adud el-Devle, Tac el-Mille ve Uddetu Emir el-Mü’minin” lakabları vermişti.
- HUTBE:
Cuma namazlarından önce, bayram namazlarından sonra hatibin minberde halka verdiği dini öğüt[3] olup Hz. Muhammed’den sonra siyasi hâkimiyetin bir sembolü olarak da ön plana çıkmıştır.
Selçuklular devletleri için kuruluş hazırlıkları yaptıkları sırada, kaynakların ifadesinden anlaşılacağı üzere; ilk hutbe Merv şehrinde Çağrı Bey adına okundu (h. 428 Receb’in ilk cuması/m. 22 Nisan 1037). Tuğrul Bey adına ilk hutbe ise yaklaşık bir ay sonra Nişabur’da (h. 428 Şaban/m. Mayıs-Haziran 1037) okunmuştu.
Tuğrul Bey ilk kez Bağdat’a geldiği zaman; Halife Kaim bi-Emrillah hutbenin onun adına okunmasını emretmişti (h. 22 Ramazan 447/m. 15 Aralık 1055). O devrede tahta çıkan hükümdarın halife tarafından meşru bir hükümdar olarak tanınmasının ilk alameti de İslam dünyasının merkezi sayılan Bağdat’ta adına hutbe okunması idi. Nitekim Alp Arslan kendi adına hutbe okunmasını sağlamak açısından Bağdat’a bir elçi gönderdi. Abbasi halifesi, Alp Arslan adına Bağdat camilerinin minberlerinde hutbe okunmasını emretti (18 Rebi II. 456/m. 9 Nisan 1064). Böylece Bağdat camilerinde adına ilk kez sultan olarak hutbe okunan Alp Arslan olmuştu.
Sultan Alp Arslan öldükten sonra (1072), yerine oğlu Melikşah geçti. Melikşah’ın belki de ilk işlerinden biri Bağdat’a haber gönderip adına hutbe okunmasını istemek olmuştu. Bunun üzerine Bağdat camilerinde Melikşah adına hutbe okundu. Ayrıca, Melikşah çevredeki hükümdarlara ve emirlere elçi gönderip kendi adına hutbe okutmalarını ve itaat arz etmelerini bildirdi.
Sultanlar zaman zaman tayin ettikleri veliahtların isimlerini kendi adlarından sonra hutbeye dâhil ediyorlardı. Böylece veliahtların yerini sağlamlaştırmak ve kendilerinden sonra tahta geçmelerini meşrulaştırmak istiyorlardı.
Selçuklu hükümdarlarının bazı devlet adamlarına hutbe okutmaları için izin verdikleri de görülmektedir. Melikşah, Diyarbekir bölgesini ikta ettiği Cuheyr oğullarından Fahr el-Devle Muhammed’e Cuma hutbelerinde sultandan sonra kendi ismine hutbe okutmasına izin vermişti (Haziran 1083).
Bazen hutbenin değişik şekillerde okunduğu da görülmektedir. Abbasi divanı ve sultan sarayında hutbe okunduğu konusu bilinmektedir. Öte yandan zaman zaman Selçuklu ailesinin bazı üyeleri için hâkim oldukları bölgelerde adlarına hutbe okunmakta veya okutulmakta idi.
B) MADDİ ALAMETLER:
- TAHT:
Hükümdarlığın saltanat alametlerinden ve maddi sembollerinden birisi de tahttır. Hükümdar cüluslarda, resmi kabul ve fevkalade merasimlerde taht üzerinde otururdu. Nitekim hükümdar olmak olayı, ilk kez tahta oturmakla kendini göstermektedir (cülus). Kaynaklar zaman zaman Selçuklu sultanlarının tahta oturduklarını belirterek cülus olayını ifade etmektedirler.
Selçuklular’dan Tuğrul Bey daha devlet tam olarak kurulmadan önce, Nişabur’a geldiği zaman (Haziran 1038), burada Gazneli Sultan Mesud’un tahtına oturdu. Çağrı Bey de Dandanakan Savaşı’ndan (1040) hemen sonra, Gazneli Sultan Mesud’un otağına gidip onun tahtına oturmuştu. Buna mukabil Tuğrul Bey aynı savaştan sonra kendisi için hazırlanan tahta geçmişti.
Abbasi halifelerinin de kabul merasimlerinde Selçuklu sultanları için taht hazırladıkları anlaşılıyor. Nitekim Tuğrul Bey, Halife Kaim bi-Emrillah ile buluştuğu zaman, özel olarak hazırlanan bir taht (kürsi) üzerine oturtulmuştu.
Evlenme merasimlerinde de sultanlar taht üzerinde oturuyorlardı. Tuğrul Bey, Halife Kaim bi-Emrillah’ın kızı Seyide ile olan nikâh merasiminde tahta oturmuştu. Bu sırada melikler ve emirler tahtın çevresinde derecelerine göre durmakta idiler.
Selçuklu sultanlarının öteki hükümdar ve aile üyelerinin tahta oturması muhtemelen bu şahsa verilen değer ve saygıyı ifade etmiş olmalıdır. Sultan Melikşah, amcası Emir el-ümera Osman’ı görmek için Serahs ve Badgis’e doğru gitmişti. Sultan daha sonra amcasını görünce, taht (serir)’ından indi ve onu kucaklayarak tahta oturttu.
Veliaht tayin edilenlerin de taht üzerine oturduğu hususunda örnekler vardır. Sultan Alp Arslan oğlu Melikşah’ı veliaht ilan ettiğinde ona “kırmızı altınla süslenmiş bir taht” üzerine oturmasını söylemişti. Sultan Muhammed Tapar da öleceğini hissettiği zaman oğlu Mahmud’dan tahta çıkıp oturmasını istemişti. Selçuklu sultanı oğlunu tahta çıkararak emirlerden onun için biat almıştı.
- TAC:
Hükümdarların maddi hâkimiyet sembollerinden birisi de tac’dır. Abbasi halifesi Kaim bi-Emrillah siyasi hâkimiyeti Selçuklu sultanına devrettiği meşhur merasimde, Tuğrul Bey’e öteki hükümdarlık sembolleri yanında kıymetli taşlarla süslü bir de tac giydirmişti (2 Ocak 1058). Abbasi halifesinin Tuğrul Bey’e verdiği bu tacın tarifi şu şekildedir, “sarığın üzerinde kıymetli taşlardan yapılı iki sumbul ile işlenmiş tac ve her taşın üzerinde harikulade güzellikte on beşer inci ve bunların uçlarında iki altın bağ bulunuyordu”.
Öte yandan Sultan Melikşah öldükten sonra (1092) ortaya çıkan saltanat mücadeleleri sırasında Nizam el-Mülk taraftarları Berkyaruk’u Rey şehrinde tahta oturttular ve şehrin reisi Ebu Müslim kıymetli taşlar ve altınla işlenmiş tacı onun başının üzerine koydu. Böylece Berkyaruk hükümdarlık alametlerinden taht ve taca sahip olmuştu.
- SİKKE:
Hükümdarı hükümdar yapan önemli hâkimiyet alametlerinden biri de sikke (yani para)’dir. Tahta çıkan hükümdarın ilk işi, üzerinde adının, unvanının ve lakaplarının bulunduğu para bastırmaktır. Bu şekilde, hâkimiyet ve hükümranlık başka bir yolla ilan ve ifade edilmiş oluyordu.
Büyük Selçuklu hükümdarlarının tümü kendi adlarına sikke bastırmıştır. Selçuklular’da tespit edilen ilk dinar Sultan Tuğrul Bey’e ait olup, h. 433/m. 1041*42 yılında Nişabur’da basılmıştır. Tuğrul Bey’in bütün paraları altın olup, 23-25 mm. çapında ve 4.5 gr. ağırlıktadır. Onun zamanında h. 446/m. 1056-57’de Herat’ta basılan sikkelerden biri de Mu’izz el-Devle (Musa) Yabgu’ya aittir.
Öte yandan halifeler sultanlığını tasdik ettikleri Selçuklu hükümdarlarının isimlerini Bağdat’ta basılan sikkeler üzerinde yazdırmaktaydılar. Nitekim h. 447/m. 1055-56 yılında Abbasi halifesi Kaim bi-Emrillah Tuğrul Bey’in adını sikkeler üzerine yazılmasını emretmişti. Alp Arslan da tahta çıktıktan sonra Bağdat’a gönderdiği bir elçi vasıtasıyla, “adının basılacak paralara konmasını” istemişti. Bu istek üzerine sultanın adı derhal paralara konmuştu.
İlk gümüş para Sultan Alp Arslan zamanında kestirilmişti. Sultan Melikşah döneminde gümüş paraların miktarı çoğalmıştı. Ayrıca bu devirde ilk defa bakır paralar basılmıştı. Tuğrul Bey’in ve Alp Arslan’ın paraları değerli olmaları nedeniyle Melikşah devrinde de tedavülden kalkmamıştı.
Selçuklu hükümdarları bazı devlet adamları ve idarecilere para bastırmak için izin vermekteydiler. Sultan Melikşah, Diyarbekir bölgesini ele geçirmek üzere görevlendirdiği Fahr el-Devle b. Muhammed b. Cuheyr’e adına hutbe okutması ve para bastırması için müsaade vermişti (1083).
- ÇETR:
Güneşten muhafaza için baş üzerinde tutulan güneşlik ve şemsiye ile çadır anlamında Sanskritçe bir sözcük olup Arapça’da mizalle karşılığı da vardır.
Selçuklu sultanları da hükümdarlık alameti olan çetri başları üzerinde taşımışlardır. Sultan Tuğrul Bey Nişabur’a girdiği zaman (Mayıs 1038), başı üzerinde kırmızlı renkli ipekli kumaştan yapılmış bir çetr taşıyordu. Sultan Alp Arslan’a karşı saltanat mücadelesine girişen hanedan üyesinden Kutalmış da çetr kullanmaktaydı. Her ikisi arasındaki savaş sırasında, Alp Arslan’ın kumandanı Sungurca hücuma geçerek Kutalmış’ın çetrini ele geçirmişti. Kutalmış’ın ordusunun bozguna uğramasının sebeplerinden biri de, muhtemelen, çetrinin Alp Arslan’ın komutanının eline geçmiş olmasıdır.
Hanedan üyeleri bir hükümdarlık alameti olan çetri sultanın izin vermesiyle kullanabiliyorlardı. Sultan Melikşah Emir el-Ümera unvanlı amcası Osman b. Davud’a nevbet merasimi icrasına müsaade ederek siyah çetr vermişti. Sultan Sencer daha melik iken çetr taşıyordu.
Çetri at üzerinde bulunan hükümdarların başı üzerinde yine atla giden ve sultanın biraz gerisinde bulunan çetrdar veya çetri (çetirci) denilen görevli taşırdı. Büyük Selçuklular’da çetr üzerinde, hanedana ait genel bir sembol olan, ok ve yay resmi bulunuyordu. Çetr, atlas, ipekli veya altın sırmalı kumaştan yapılmaktaydı.
- NEVBET:
Resmi yerlerde muayyen vakitlerde çalınan davul, dümbelek gibi şeyler, bando, mızıka anlamında Farsça bir sözcük olup nevbethane tarafından beş vakit vaktinde hükümdarın saray kapısı veya saltanat çadırı, üç gündüz namaz vaktinde ise, tabi hükümdarlar ve daha küçük devlet ileri gelenlerinin ikametgâhları önünde çalınan özel bir musiki parçası anlamına da gelmektedir. Saraylarda nevbet musiki takımı ve heyetine nevbethane, burada çalanlara da nevbetiye denirdi.
Bir nevbethaneye sahip olmak imtiyazı ve nevbet vurmak usulü, Selçuklular zamanında da mevcuttu. Büyük Selçuklular’dan ilk defa Tuğrul Bey zamanında, muhtemelen, günde beş namaz vakti nevbet çalınmıştı. Ayrıca sultanın bulunmadığı eyalet merkezlerinde de nevbet çalınıyordu. Nitekim Tuğrul Bey öldüğü zaman Amid el-Mülk Girdkuh kalesini kuşatmakla meşgul idi. Ölüm haberi Selçuklu vezirine ulaştırıldığında; asker ve öteki saray görevlileri, sultan yaşıyormuş gibi işlerin normal olarak yürütülmesi düşüncesiyle görevlerini sürdürdüler.
Öte yandan sevinçli zamanlarda da nevbet çalınıyordu. Söz gelişi bir vassalın isyanının bastırılıp, asi esir alındığı veya öldürüldüğünde de nevbet vurulmuştu. Tuğrul Bey zamanında Arslan Besasiri’nin yakalanıp öldürülmesinden sonra kesik başı Bağdat’a gönderilmiş ve şehirde dolaştırılırken nevbet (debadib ve bukat) de çalınmıştı (Ocak 1060).
Vassal hükümdarlar veya emirler ancak sultanın müsaadesiyle nevbet çalabiliyorlardı. Nitekim Sultan Alp Arslan Hemedan’da iken (Kasım 1065) Fars hâkimi Fazluye onun yanına gelmişti. Alp Arslan ona hilatler verdikten başka “namaz vakitlerinde kapısında davullar (nevbet) vurulmasını” emretmişti.
Bir hükümdara karşı saltanat davasına kalkışan melikler de, tabii olarak, beş nevbet çaldırmaktaydı. Nitekim Muhammed Tapar, Müeyyid el-Mülk b. Nizam el-Mülk’ün teşvikiyle kardeşi Berkyaruk’a karşı harekete geçerek Hemedan’da tahta oturmuş ve beş nevbet (penç nevbet) vurdurmuştu (Mart-Nisan 1101).
- BAYRAK:
Âlem, liva, rayet, moncuk, bend ve sancak gibi söyleyişleri de olan bayrak, Selçuklular’da hükümdarın maddi hâkimiyet sembollerinden birisidir. Ancak bayrak yalnız hükümdara mahsus değildir, hanedan mensuplarının, devletin büyük memurlarının, komutanların da bayrakları vardır. Selçuklu reisleri Tuğrul, Çağrı Beyler ile Musa Yabgu’nun Gazneli Mesud ile savaşırken siyah sancakları (alamet-i siyah) vardı (21 Haziran 1039). Abbasi halifesi Kaim bi-Emrillah, Tuğrul Bey’i büyük bir merasim ile kabul ettiği zaman (h. 449/m. 1057), kendisine “bayraklar ile Türklerin alameti olan şarap renkli bayraklar vermişti”.
Abbasi halifeleri Selçuklu sultanlarına da, daha önceki hükümdarlar gibi, bayrak gönderdiler. Alp Arslan sultan olduğu zaman Kadı Ebu Amr Muhammed’i elçi olarak Bağdat’a göndermiş “adına para basılmasını ve kendisine hil’at verilmesini istemişti”. Halifelik makamından bu isteklerin yerine getirilmesi için zamana ihtiyaç olduğu, buna mukabil hil’at yerine geçebilecek fereciye ve imame (sarık) ile bayrak (liva) gönderileceği belirtilmişti.
Bir yerin zabt ve ele geçirilmesi sırasında hükümdar bayrağının içeridekiler tarafından kale burcuna veya şehir surlarına çekilmesi teslim olma işareti idi. Kuşatılan şehir veya kale halkı kendilerini koruyamayacaklarını anladıkları zaman orduya bir heyet göndererek sancak isterler ve bu davranış onların teslim olacaklarını ifade ederdi. Tuğrul Bey Tekrit’i kuşatıp savaşmaya başladığında, şehrin hâkimi İsa b. Haris sultana, “canının bağışlanması karşılığı olarak üç bin altın (kurtuluş akçası) vermesi ve kaleye çekmek üzere siyah bayraklar (a’lam sevda) göndermesi şartıyla barış önerisinde bulundu”.
Sultan Melikşah’ın da bayrağı vardı. Berkyaruk ile Tutuş arasındaki savaşta, Berkyaruk’un ordusunda Melikşah’ın sancağını gören birçok asker onun tarafına geçmişti. Sultanlar da devletin ileri gelenlerine bayrak vermekteydiler. Öte yandan komutanların da kendi bayrakları vardı. Atabeg Çavlı Candar, Sultan Mesud’u ziyaret ettiğinde, “sancaklarının (bunud) heybet ile dalgalanmasından kalpler titredi”.
Bazı kayıtlara göre, Sultan Sancar’a kadar Selçuklu sultanlarının bayrakları, tıpkı Karahanlı hükümdarlarının bayrakları gibi kırmızı renkte idi[4].
- TIRAZ:
Tıraz, hükümdar ve seçkin şahsiyetlerin, sanatkârane sırma işlemeler ve bilhassa kenar yazılarla süslenmiş elbisesidir. Bu kenar yazılarına hükümdarın adı, lakabı ve özel işaretleri işlenirdi. Tıraz aynı zamanda bu tip elbise ve kumaşların yapılıp dokunduğu imalathane ( dar el-tıraz/fabrika) manasına da gelmektedir.
Selçuklular devrinde tıraz ile ilgili olarak fazla bilgiye rastlanmıyor. Sultan Alp Arslan zamanında Selçuklular’da henüz bir dar el-tıraz mevcut olmadığı anlaşılıyor. Nitekim Selçuklu sultanının Bağdat’a gönderdiği bir elçilik heyeti içinde bulunan Kadı Ebu Ömer Muhammed b. Abdurrahman, halifelik yetkililerine “sultanın adının basılacak paralara konmasını ve hil’atin (tıraz) verilmesini” bildirdi.
- HİL’AT:
Hil’at, “hükümdarların taltif etmek istediği bir kimseye verdiği kıymetli elbise”dir. Tıraz bir kimseye verildiği zaman hil’at adını alırdı. Öte yandan hil’atın eş anlamlısı olarak teşrif tabiri de kullanılmaktadır. Ayrıca hil’at sadece bir elbiseden ibaret olmayıp, memuriyetin mahiyet ve önemine göre başka maddi unsurlardan da oluşurdu. Abbasi halifeleri Selçuklulara, buna karşılık Selçuklu hükümdarları da halifelere hil’at göndermişlerdir.
Selçuklular ilk olarak Abbasi halifesi Kaim bi-Emrillah’ın elçisi Ebu Bekr Tusi’ye hil’at giydirmişlerdi. Tuğrul Bey h. 429/m. 1038’de Nişabur’da bulunduğu sırada Halife Kaim bi-Emrillah Selçuklu reislerine bir elçi göndermişti. Selçuklu ileri gelenleri halifenin elçi göndermesiyle iftihar etmişler ve Ebu Bekr Tusi’ye on üç kat hil’at giydirmişlerdi.
Alp Arslan, kendi adına Bağdat’ta hutbe okutulduğunu öğrendiği zaman, Selçuklu amidi Ebu’l-Hasan Ali b. İsa ile Halife Kaim bi-Emrillah’a on bin altın ve iki yüz çeşitli ibrişimden dikilmiş elbise gönderdi.
Selçuklu hükümdarlarının çoğunun yanı sıra Selçuklu vezirleri de istedikleri şahıslara hil’at verebiliyorlardı. Vezir Amid el-Mülk Kündüri şair Şey Ali b. Hüseyni Baharzi ziyaretine geldiğinde ona hil’at bağışlamıştı.
- GAŞİYE:
Arapça bir sözcük olan gaşiye; kıyamet; örtü, zar, perde; at eyerinin altına örtülen sırmalı veya şeritli örtü, haşa anlamlarının[5] yanı sıra kılıç kabzasına sarılan deri; kılıç kını; büyük ceza; cehennem ateşi; sıkıntı; iç hastalık; kalbi çevreleyen ince zar; musibet, felaket; perde; hizmetçi; ziyaretçiler, dostlar; boyun eğme ve itaat işareti; bir hükümdarın önünde hükümdarlık alameti olarak taşınan örtü anlamları da vardır.
Gaşiye’nin, en iyi tarifi, belki de 1355-1418 tarihleri arasında yaşamış büyük Arap tarihçilerinden Kalkaşandi tarafından yapılmıştır. Ona göre, “Gaşiye, deriden mamul eyerin üzerinde altın sırmalı iplikle süslenmiş örtüdür. Altın sırmalı iplikle süslendiğinden görenler tamamen altından yapıldığını zannederler. Merasimlerde, bayramlarda, benzeri yer ve zamanlarda sultan ata bindiği sırada rikabdar tarafından sultanın önünde taşınırdı. Rikabdar yürürken gaşiyeyi yukarı doğru kaldırır ve sağa sola çevirirdi…”
Selçuklular’da gaşiye, ilk olarak Abbasi halifeleri ile ilgili olan olayda gözümüze çarpmaktadır. Halife Kaim bi-Emrillah, Arslan Besasiri’nin eline esir düştükten ve esaretten Sultan Tuğrul Bey’in yardımı ile kurtulduktan sonra Bağdat’a döndü. Tuğrul Bey bu sırada halifeyi Bab el-Nubi’de karşılayarak bindiği atın dizginini tutmuş, eyer örtüsü (yani gaşiye) omzunda olduğu halde yürüyerek onu sarayına kadar götürmüştü (Ocak 1060).
Gaşiyenin hükümdarlık alameti olarak klasik manada kullanılışını Sultan Melikşah devrinde (1072-1092) görüyoruz. Karahanlı hükümdarı olan Ahmed (1081-1089) saklandığı yerde yakalanarak esir edildi. Ahmed Han, sultanın gaşiyesini omzuna alarak, Melikşah’ın tahtının bulunduğu yere kadar, özengisi (rikabı) yanında yürüdü (gaşiye ber-duş rikab-ı Melikşah).
- OK ve YAY:
Türklerde hükümdarlık alametlerinde ok ve yay kullanımı çok önceki tarihi dönemlere kadar inmektedir. Bu durum Selçuklu döneminde de görülecektir.
Tuğrul Bey Haziran 1038’de Nişabur şehrine girdiğinde kolunda bir yay ve göğsünde üç ok bulunuyordu. Böylece oğuzların ve amcası Arslan Yabgu’nun hükümdarlık alametlerini o da taşıyordu. Daha sonra İbrahim Yınal, Tuğrul Bey adına Bağdat’a mektup yazarak göndermişti. Bu mektubun başına bir ok ve yay resmi konulmuştu (1042). Öte yandan Tuğrul Bey yüksek bir taht üzerinde oturduğunda, önünde muhteşem bir yay ve elinde oynamak itiyadında iki ok bulundururdu. Ayrıca Tuğrul Bey’in ve öteki Büyük Selçuklu sultanlarının, istisnalar dışında, paraların ön üst yüzünde Oğuzlar’ın hâkimiyet sembolü olan ok ve yay işareti bulunmaktadır. Köprülü, ilk Selçuklu bayraklarının üstünde ok ve yay bulunduğunu tahmin etmektedir.
Ravendi’nin anlattığına göre Harezmşah Atsız, Karahıtay muharebesinden sonra, Sultan Sancar’a karşı ayaklanınca sultan ona: “Eğer melikin atının ayakları rüzgâr kadar çabuk olsa da benim atımın ayakları topal değildir; sen buraya gelmezsen ben oraya gelirim; cihanın sahibine dünya dar değildir” manasını ifade eden bir beyit ile bir ok göndermiştir. Bununla Sultan Sancar, herhalde, Atsız’ın kendisine tabi olduğunu ve gelip itaat etmesini istediğini kastetmiştir[6].
- YÜZÜK ve MÜHÜR:
Yüzük (veya mühür) hükümdarlık alametlerinden birdir. Nitekim İbn Haldun da “parmağa takılan hatem (yüzük) hükümdarlığın alametlerinden sayıldı” demektedir. Ayrıca, “mühür sultanın adına kazılmış ve nakşedilmiş bir damga olup kâğıda basıldığında sultanın adı kâğıt üzerine aksederdi. Kâtip yazıyı sultanın arma ve tuğrasıyla damgalardı, mührü suda eritilmiş olan kızıl toprağa batırır, bu toprak mühür toprağı adıyla anılır” demektedir.
Mühür ile ilgili ilk olay Tuğrul Bey devrinde görülüyor. Maverdi, Halife Kaim bi-Emrillah’ın elçisi olarak h. 433/m. 1041-42 yılında Selçuklu sultanına gönderilmişti. Abbasi elçisinin daha sonra Tuğrul Bey’in iyilik ve kötülükleri hakkında halifeye yazdığı mektup sultanın eline geçmişti. Selçuklu sultanı bunun içinde yazılanları öğrendikten sonra tekrar mühürleyip saklamış, ancak Maverdi’ye hürmet ve itibar etmek âdetini değiştirmemişti. Ayrıca, halife daha sonra Tuğrul Bey ile yüz yüze görüştüğünde şahane bir mühür verdi ve münadilere onu “Doğu ve Batı sultanı” olarak ilan ettirdi.
Öte yandan Tuğrul Bey halifenin kızıyla evlenmesiyle ilgili görüşmeleri yürütmek üzere veziri Amid el-Mülk’ü görevlendirmiş ve yetki belgesi olarak da ona yüzüğünü vermişti (h. Muharrem 455/m. Ocak 1063).
Sultan Muhammed Tapar döneminde hazinedeki değerli eşyaların mühürlendikleri anlaşılıyor. Adı geçen sultan öldüğünde (1118) iki aydan az bir süre içinde hazine boşaltılmış, altınlar bittikten sonra gümüşlerin üzerindeki mühür (hatem) de bozularak bunlar da dağıtılmıştı.
- ÇADIR:
Hükümdarlık alametleri içerisinde yer alan ve Türkçe otağ[7], çerge anlamları taşıyan çadır, Arapça ve Farsça kaynaklarda ise çeşitli kelimelerle ifade edilmiştir; Hayme (hıyam, hıyem, muhayyem), nevbeti, suradık, hargah, seraperde.
Selçuklular’ın Dandanakan Savaşı (1040) kazandıktan sonra yaptıkları ilk iş bir çadır (hayme) kurmak olmuş ve Tuğrul Bey bu çadıra konulan tahta oturmuştu. Daha sonra Tuğrul Bey “Horasan emiri” ilan edildi. Bu olay Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda önemli rol oynayan Dandanakan Savaşı’nın ardından hükümdarlık alametlerinden bir kısmının hemen yerine getirildiğini gösteriyor; çadır kurulmuş, Tuğrul Bey tahta oturmuş ve kendisine bir unvan verilmiştir.
Tuğrul Bey Bağdat’a geldiğinde (1055), başlangıçta çadırda (nevbeti) ikamet etmişti. Kutalmış’ın Musul civarında Araplara mağlup olması üzerine, sultan on üç aydır bulunduğu Bağdat’tan ayrılmış (1057) ve onun emriyle çadırlar şehir dışına götürülmüştü. Tuğrul Bey buradan harekete geçerek çadırlarını Tekrit şehrine karşı kurdurmuştu. Bu durum Tuğrul Bey dâhil Selçuklu sultanlarının seferlerde, çadırlarda ikamet ettiklerini göstermektedir. Saltanat çadırlarının hazineden çıkarılıp kurulması sefere çıkılacağı veya harekete geçileceğinin işareti idi. Kurulduktan sonra ordu saltanat çadırı etrafında toplanırdı. Ayrıca çadırın kurulacağı yer, seferin yönünü göstermesi bakımından da önemli idi.
Alp Arslan Haleb’i kuşattığı sırada (1071), askerlerin otağ ve çadırları (suradık ve hıyam) içinde sanki sultan var denecek kadar mükemmeldi. Bu çadırlar onarlı gruplar halinde idi.
- TEVKİ:
Selçuklular’da tevki hükümdarlık alametlerinden sayılmaktadır. Tevki’yi bizzat hükümdar kullandığı veya evrakını imzaladığından alametler içinde şüphesiz en önemlisidir. Tevki, “İslam devletlerinde zaman zaman farklı şekillerde hükümdarın kararı, bunun yazılı sureti, tayin beratı, hükümdara mahsus alamet, tuğra, ferman ve mühür eş anlamlısı olarak kullanılan bir resmi yazışma terimi” şeklinde tarif edilmektedir. Bu ve buna benzer tariflerden anladığımıza göre tevki’ ve tuğra birbiriyle karışmış olup tevki’ tuğra ile aynıdır. Buna mukabil Uzunçarşılı’nın ifadesiyle, “tevki” hükümdarın tuğrası değildir. Tevki’ hükümdarın irade ve muvafakatını (uygununu) gösteren bir sembol ve imzaya denk bir alamettir… Selçuklular’da tuğra ile alamet ayrı ayrıdır.
Büyük Selçuklular’da Tuğrul Bey devrinde tespit ettiğimiz bir olaya göre; sultanın Halife Kaim bi-Emrillah’ın kızı Seyide ile evlenebilmesi için vekâlet mektubunu getiren Ebu Masur b. Yusuf’a her yıl masraflarının karşılanması için Selçuklular tarafından on bin altınlık bir tevki’ verilmişti. Tuğrul Bey’in vefat eden eşi Altuncan Hatun ölmeden önce bütün mal ve parasının halifenin kızına verilmesini vasiyet etmişti. Buna uygun olarak halifenin kızına bir tevki’ ile on bin altın ve Altuncan Hatun’a ait bütün iktalar verilerek vasiyet yerine getirilmişti.
Ancak Sultan Alp Arslan tahta geçtiğinde Seyide babasının yanına gönderildi. Bu esnada iktalarla ilgili bir tevki’ de yollanmıştı. Tevki’de bu iktalardan vazgeçilmesi bildiriliyordu. Fakat halife bu öneriyi aşağılayıcı bulmuş, böylece iktalar aynen bırakılmıştı (1064).
Sultan Melikşah h. 467/m. 1074-75 yılında yayınladığı tevki’ler (tevaki’ li’l-sultan) ile (faizle) borç para alınmasını yasaklamıştı. Berkyaruk’un ölümünden sonra tahta geçen Muhammed Tapar’ın ilk işlerinden biri; yakınlarından bir emirle tevki’ göndererek Anuşirvan b. Halid’i yanına çağırmak olmuş ve onu divan-ı istifa’nın başına tayin etmişti.
Büyük Selçuklu sultanlarının tevki’leri şöyleydi;
Sultan
|
Tevki’
|
Tuğrul Bey |
Tevki’-i şekl-i çomaki, İ’timadi ala’llah |
Alp Arslan |
Yensuru’ allah |
Melikşah |
İ’timadi ala’llah |
Berkyaruk |
İ’timadi ala’llah |
Muhammed Tapar |
İste’antü Billahi |
Sencer |
Tevekkeltü ‘ala’llah |
- TUĞRA:
Tuğra, Divan-ü Lügat-it Türk[8]’te “tugrag; hakanın mührü ya da imzası (Oğuz lehçesi). Türkler bu sözcüğü bilmez ve kökenini ben de bilmem.” Biçiminde yer almıştır.
İ. H. Uzunçarşılı[9]’ya göreyse, Tuğra, ananeye göre Oğuz Hanın tahriri alameti imiş; bazı Türk âlimleri bu tabirin, efsanevi bir kuş olan Tuğrı’dan geldiğini ve bu kuşun Oğuzların büyük hakanının arması olduğunu kabul ediyorlarsa da mehaz göstermiyorlar. Ayrıca, İ. H. Uzunçarşılı[10], Ahmet Vefik Paşa’nın Lehçei Osmanî adlı eserine dayanarak Tuğra hakkında yazılanları şöyle aktarmıştır; “tuğra, Turga, Tuğrul, Tarible, Tugr, Fariside Toğri ve Tuğrı iki kanadı açık Toğan ve bir nevi şedid büyük toğan Nişani Hakani ittihaz olunmuştur. Oğuzlar Hakanının Nişanı andan yazı ile taklid olunmuştur.”
Türkçe bir kelime olup Oğuz hakanları ve nihayet Selçuklu ve Osmanlı hükümdarlarının işaret ve yazılı alameti idi. Zamanla hanedanın arma ve hâkimiyet alameti olmuş, yalnız emir ve fermanlarda değil sikkeler ve abideler dâhil bütün resmi evrak üzerinde yer almıştır. Ayrıca tuğra, Orta Türkçede hükümdarın mührü ve imzası manasına gelmektedir.
Selçuklular’da Tuğra divanı başkanlığı veya tuğrailiğin daha hanedanın kurucusu Tuğrul Bey’den itibaren mevcut olduğunu göz önüne alırsak, bu müessesesin Oğuzlar’da hükümdarlık alameti olan tuğradan çıktığı anlaşılmaktadır. Nitekim Tuğrul Bey halife Kaim bi-Emrillah’tan aldığı unvan ve lakapları mührünün üzerine bir yay koydurarak tespit etmiş ve bu işaret tuğra, bunu yazan görevli de tuğrai olarak adlandırılmıştır.
Tuğra divanının başında başlangıçta Türkler bulunmuyordu ve tuğrainin görevi sadece tuğra çekmek idi. Nizam el-mülk’ün Selçuklu veziri olmasıyla, bu göreve İranlı memurlar atanmaya başladı, ayrıca divan-ı tuğra ile divan-ı inşa birleştirildi. Böylece bu müessesenin adı divan-ı inşa ve tuğra oldu.
Selçuklu tuğrasının, damga, hükümdarın tevki, isim ve elkabından meydana geldiği tahmin edilmektedir. Ayrıca, Meyheni’ye göre, sultana ait yazılara menşur, misal ve tuğra, bunlardan sultanın verdiği misale tuğray-i has denilmektedir.